/i/Tespit

  1. 1.
    0
    ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
    nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
    dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
    dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
    bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben
    sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona
    dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
    dedim ki, falan filan..
    örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
    ölüversem şuracıkta
    bakınca herkes orama burama
    derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
    hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.

    yani kim yaşamış kendi adına
    vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
    tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
    döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
    hani ne başlar ne biter
    hani ne vardır ne yoktur
    tanrısal bir harekettir din adamlarınca
    bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
    çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
    hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
    herkes gibi bir şey niye olmalı
    bakınca işte şurdan şuraya
    masalar, masada yazı makinaları
    derim ki, niye olmalı
    bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
    sürüngen parmakları
    çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
    hayata bir şey demeyen bu garip adamları
    bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
    mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin
    yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
    ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
    bilmem ki niye
    yani masalar işte, masada yazı makinaları
    istemem, niye olmalı
    evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
    devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları
    bakımsız avluları
    avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları
    sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
    öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
    bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
    kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle
    yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı
    öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
    nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
    ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
    yaş masalar üstünde onların anlamadığı
    derim ki, niye olmalı
    niye olmalı bilmem
    şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
    ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
    ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
    değişmez bakışları
    bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
    hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
    derim ki, niye olmalı
    şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
    kadife ayakları
    bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
    hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
    herkes gibi bir şey niye olmalı
    varken kendini bulmak, bulmalı
    hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
    sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
    atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
    ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
    sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
    öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
    üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından
    ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
    o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
    gelirim de sizlere, alınınca odaya
    şöyle bir köşeye oturuncaya
    kadarki o sıkıntıyı geçerek
    başlarım konuşmaya

    derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
    tıraş olmuştum ayrıca
    bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna
    ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda
    aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada
    bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu
    bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu
    ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini
    kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi
    ve nasıl yitirdim ben kendimi

    durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
    tıraş olmuştum ayrıca
    gömlekten söz açınca aklıma geldi
    ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma
    bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna
    sevmiyorum ayaklarımı da
    yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki
    çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum
    gözleri, göz bildiğim her şeyi
    yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar
    bir şehrin içinden geçen nehirler gibi
    sürüyüp zütürüyorlar olanca pislikleri
    kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti
    bir sevişmeyi.. o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar
    hıh!. işte bunlar da kendi gözleri
    kızarmış aklarıyla kendi gözleri
    her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar
    ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini
    kayboluyorlar bir bir
    öyle ki – ben diyelim – yeniden bulmak için onları
    yeniden bulmak için
    çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.

    o zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim
    ayaklarım da
    öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi
    takır da takır, takır da takır boyuna
    yürüyüp gidiyorum onlarla
    parklara gidiyorum üst üste niyetler çekmeye
    ihtiyar kumruların ağzından
    kocaman kamyonlara düzenle sıralanan
    kutulardan birini
    çekiyor gibi en altından
    alışıyorum buna da, bu fırtınaya da
    bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya
    çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.

    derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
    hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
    bir parça şarabım var altından
    yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
    yani bak kısa yoldan bir toplam
    nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
    ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
    düzlere vursam düzlerden
    dağlara vursam dağlardan
    önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
    sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
    ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
    acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
    öyleyse de bana, nasıl anlamam
    tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
    o “her şey” kelimesi gibi
    anlamı bitmek olan
    nasıl anlamam ben kendimi
    işte hey park bekçisi serseri
    bir parça şarabım var altından
    çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
    açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
    bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
    – hani ben memurdum yanlarında –
    gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
    giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
    geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
    ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
    her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
    oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
    baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
    bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
    eliyle dürterekten yanındaki erkeği
    beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
    gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
    sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri
    durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
    o cansız, o soluk kilise resimleri gibi
    bir tanrı duruyordu, az ötelerde
    mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
    ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
    ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster