1. 1.
    0
    bu insanlar lost’a da aynısını yaptı. şaşılacak bir şey yok. böyle alışmışlar.

    her lost bölümünden sonra onlarca teori attılar ortaya; jacob ne yapmaya çalıştı, kara duman aslında ne, bilmem kaçıncı bölümden ortaya çıkan adamın sırrı ne falan filan… her zamanki gibi kastıkça kastılar. çok düşündüler, halbuki düşünen her zaman kaybeder.

    ve hayal kırıklığı…

    beklentilerimiz karşılanmadı.

    sorularımıza cevap bulamadık.

    peki sonuç ne?

    ne hissediyorsunuz yani?

    tatminsizlik. tatmin olamadınız.

    hiçbir zaman da olamazsınız zaten. yaşam biçiminiz uymuyor çünkü. bugün dizinin finalinden tatmin olmayacaksınız, yarın başka bir şeyden, çünkü asıl sorununuz, lost’un finalindeki bütün soruların yanıt bulması değil, o soruları neden sorma gereği duyuyor olmanız. nasıl dizi-film izliyorsanız, hayatınızı da aynı şekilde yaşıyor, anların hissettirdiğiyle değil de, gelecek üzerinden onların yaratabileceği olasılıklarla ilgileniyorsunuz.

    bir şeyi sevmeniz için bütünüyle anlamanız gerekmez. david lynch, filmlerini anlaşılmaz bulanlara, “izlerken size ne hissettiriyor ona bakın, her şeyi anlamanız” gerekmez bağlamında yaklaşır. sevgili meslektaşım ilhan berk de ikinci yeni tartışmalarında benzer bir şey söyler, “şiiri anlamanız gerekmez, hatta aksine anlaşılmaz olan daha değerlidir, şiirin duyurduğuyla yetinin”

    bu gerçeği görmek için illa da şair ya da yönetmen olmak gerekmez ayrıca. azıcık zevk, estetik anlayışı olan herkes için ortada olan bir şeydir. en basiti, ikili ilişkilerde bile bütünüyle çözemediğimiz, anlayamadığımız insanlara ilgi duyarken, bir filmi ya da diziyi izlerken onu çözmeye çalışmanın, anlamlar yüklemenin ve bu anlamlar karşılık bulmayınca da çıldırmanın manası ne olabilir? tabii ki egoyla alakalı. bilecek filmin nasıl bittiğini, çözecek her şeyi, gösterecek zekasını, alt edecek yönetmeni de bizi de. kazanacak. yoksa filmden alacağı zevki azaltacağını bile bile bir insan neden böyle bir şey yapsın? neden.. neden… neden… sorular… sorular… ve bilinmezlik…

    mümkün olduğunca bomboş kafayla izlerim filmleri. sorgulamam, merak etmem, onunla kapışmam, kendimi bırakarak bana hissettirdiğiyle yetirim. mesela mulholland drive’ı ilk izlediğimde her şeyi çözdüğümü söyleyemem, kafamda bazı soru işaretleri kalmıştı, ama çok hoşuma gitti izlediğim şey; aynı şey vanilla sky için de geçerli. bu iki örnekte aldığım zevkin sebebi filmleri tam olarak anlayamamış olmam değil ama, zira benzer şeyler yaşayıp da nefret ettiğim birçok film oldu, ikisinin ya da onlar gibi bende aynı etkiyi yaratanların farkı ise, ikimize ait olup da benim tanımlayamadığım, adını koyamadığım bi yere değebilmeleri, hissettirdikleri.

    aşk-ı memnu’da olduğu gibi bütün sorularınızın istemediğiniz kadar cevap bulmasını mı istiyorsunuz? doğu-batı arasında sıkışıp kaldığımız için, apayrı yapıda olmalarına rağmen ikisini de izlerken zevk alabilen insanlarız biz. hala bi yerlerimize seslenebiliyor aşk’ı memnu; basitliğiyle, avamlığıyla başka bi yerden vurabiliyor. dolayısıyla bırakalım herkes olduğu gibi kalsın.

    hiç tanımadığınız insanlarla dolu bir odaya girdiğinizde, birbirleriyle konuşsun ya da konuşmasınlar, hatta tamamen birbirlerine uzak olup başka insanlarla ya da bir işle ilgileniyor olsunlar, eğer içlerinden ikisi daha önce birbirleriyle sevişmişse ya da hala daha sevişiyorsa, bunu hemen fark edersiniz. ufak bi bakışları, jestleri, mimikleri, ağızlarından çıkan söz, v.s… bunlardan söz etmiyorum. durumu anlayabilmeniz için onların olaya dahil olmasına gerek yok ki. bi şekilde hissedilir bu; hissedersiniz, “evet evet bunlar daha önce sevişmiş, sevgili” olmuş dersiniz. farkında olmadan böyle bi hava yayarlar etrafa. şunu demek istiyorum; bihter ile behlül’ün seviştiğini, sevgili olduklarını bilmem kaç bölüm yalnızca adnan’ın değil diğerlerinin de anlamamasının mantıksız olduğunu bile bile bu diziyi izleyip keyif alan insanlar olarak lost’tan bazı cevaplar bekliyordunuz değil mi?

    lost hakkında yazacağını iddia edip de lost’a dair hemen hemen hiçbir şey söylememiş olmamak için basit birkaç şey atıyorum;

    lost, bitebilecek en güzel şekilde bitti. zaten tek kötü senaryo, yaşananların aslında hiç yaşanmamış olması, bir rüya ya da o tarz bir yaklaşımdı, ki o da olmadı. hani “lost bizi aldattı” mevzusu var ya, işte sadece bu sonla böyle bi durum söz konusu olabilirdi.

    lost bitebilecek en güzel şekilde bitti, çünkü finalinden sonra teori okumayan, yapımcıların açıklamalarını da aynı şekilde takip etmeyen her izleyicinin kendine ait bir finali oldu, ucunu, sonunu kendisi tamamladı. ben tamamlanmamış, ekgib şeyleri severim.

    dayanamadım, tekrak sormam lazım, ne bekliyordunuz harbiden?

    dharma girişinin sebebi şu, güç kaynaklı su şundan akıyor, ben’in kardeşi nerede, mayalara kadar uçan hatta walt’ın oğlunu bile merak eden gerzekler bile vardır aranızda, ne diyim lan allah akıl fikir versin. hayır bi de lost, fringe gibi olsa, karakterlerden ziyade olay döngüsünde ele alınsa, manyaklığınızı bi nebze anlarım da, ayrı ayrı karakterleri irdeleyen, hepsine belli başlı birer ikişer bölüm ayırarak “insan” odaklı bir hikaye olduğunu bas bas bağran bir dizi için hala siyah dumanları paralel evrenleri ne kadar abuk subuk ayrıntı varsa kovalıyorsunuz, merak ediyorsunuz ya, küfür bile edesi gelmiyor insanın.

    şimdi açın bi film koyun ve başını kıçını hesap etmeden rahatça izleyin. merak etmeyin herkes sizin ne kadar zeki olduğunu biliyor. zekadan daha önemli sorunlarınız var ama, film-dizi izleme tarzınız neyse sizin, muhtemelen aynı tarzı sevişirken de sürdürüyorsunuz. oraya mı dokunsam, burayı mı gitsem, acaba en son yaptığım kasık titretme hareketi hoşuna gitti mi, şu alana yönelsem sonu daha mı iyi biter şeklinde teoriler yaratarak sürekli kendinizi sorgulama halindesiniz. ama yapmayın böyle. bu şekilde ne partnerinizi tatmin edebilirsiniz ne de kendinizi. ve sonuçları da lost’un finalinin sizde yarattığıyla kalmaz. alırlar elinizden. be cool.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster