http://imgim.com/4625incio6729914.png
Şimdi bu çok nurlu, çok mübarek Mesnevi bölümünde anlatılan şudur: iblis bir gün gider Muaviye'yi namaza kalkması için uyandırır ve iblis ile Muaviye'nin arasında birtakım konuşmalar gerçekleşir.
Şimdi işin felsefi bölümüne devam etmeden evvel ufak bir bilgilendirme yapayım. Muaviye denilen adamın herhangi bir ruhani özelliği mi vardır ki iblis'le konuşur? Hayır, siyasetçinin biridir Muaviye. Mevlana'nın böyle Muaviye gibi belirli kitleler tarafından sevilen kişileri hikayelerinde kullanmasının tek sebebi prim yapmaktır elbette. Aynı şekilde prim yapmak için ve islam'la alakası olmayan fikirlerini müslümanlara kakalamak için peygamberleri de aşırı şekilde över kendisi. Bu Mevlana denilen abi, tıpkı La Fontaine'in horoz ile tilkiyi konuşturması gibi, kafasından bir senaryo yazarak iblis ile Muaviye'yi konuşturur. Tabi bu bilgiler Mevlana'ya vahiy ile geldiği için, ben "kendi kafasından uydurdu" diyerek bu Allah dostuna büyük bir iftira atmış oluyorum ehehe. Müslüman görünümlü Hindular sizi.
Şimdi Mesnevi'deki bu hikayeye göre iblis gider Muaviye'yi "hadi kalk la, namaz vakti geldi" diye uyandırır. Bunun üzerine Muaviye'nin kafası karışır, "yahu sen iblis'sin, neden beni namaza kaldırıp bana iyilik yapıyorsun" diye düşünür. Fakat hikayenin sonunda göreceğimiz üzere iblis şunları der [52]:
http://imgim.com/c3.png
Yani size kolaylık olsun diye en önemli cümleyi çerçeve içine alayım dedim ama aslında hepsi önemli ve hepsi rezalet. iblis'in Muaviye'yi namaza kaldırma sebebi şudur: Eğer Muaviye uykuya dalıp namazı kaçırsaydı, uyandığında namazı kaçırdığı için çok üzülüp, çok çile çekecekti. işte Muaviye'nin çekeceği o çile var ya, namazdan bile üstün bir ibadettir. Muaviye'nin duyacağı o acı var ya, Allah ile bir olma yolunda en önemli iştir. iblis, Muaviye'yi namaza kaldırarak ve onun acı çekmesini önleyerek Muaviye'ye kötülük yapmış olur. Görüyor musun mantığı?
http://imgim.com/c4.png
Yani normalde insanların çile çekmelerini sağlayıp onlara yardım eden iblis, bu sefer öyle kıskançlaşır ki, Muaviye'nin çile çekip ermesini önlemek için ona iyilik yapar, onu namaza kaldırır! Çünkü eğer Muaviye namazı kaçırsaydı çok çile çekecekti ve çile gibi namazdan üstün bir ibadeti yerine getirdiği için daha kamil bir insan olacaktı! Yani Muaviye'nin çile çekmesi, onun için namazdan bile faydalı bir iştir. Ne yolunda faydalı bir iştir? "Allah olma" yolunda elbette, bakın Allah yolunda demiyorum.
Mesnevi'deki bu saçma hikaye özetle budur. Öncelikle şunu söyleyeyim ki namaz, savaşta bile kılınması farz olan önemli bir ibadettir. Nisa suresi 101 ve 102. ayetlerde Allah, savaşta kılınacak namazı anlatır ve 101. ayette "bu durumda namazın süresini kısaltmanızda bir sakınca yoktur" der. Yani savaşta bile "namaz kılmasan da olur" gibi bir şey demiyor Allah, kısa da olsa yine de namazı kılmanı emrediyor. Bu ayetler, benim namazın önemini anlayıp kafama bazı şeyleri dank ettiren ve beni namaza başlattıran ayetler olmuştu hacı. Yani namaz kılmayıp çile çekmek, namazdan daha önemli bir ibadet şekli değildir, bu bir.
ikincisi, çile çekmek bir ibadet bile değildir. Çile ve acı çekmek, insana daima olumlu katkılar sağlayan şeyler değildir. Bu tamamen "Allah ile bir olma" öğretisine dayanan panteist/panenteist inancın bir uydurmasıdır. Kuran'a göre çekilen acılara sabretmek gerekir, fakat acı çekmenin insana bir katkısı olup olmayacağı sizin o olaydan çıkaracağınız derse ve sabrınıza bağlıdır.
Kafayı çalıştır biraz. Eğer acı çekmek, Allah ile bir olma yolunda çok faydalı bir iş olsaydı, Kuran'da şu şekilde bir dua olur muydu:
"... Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme." (Bakara 286'dan)
Kuran'da Allah, bir müslümanın bu şekilde dua etmesini istiyor, zira akıl sağlığı yerinde bir insan acıyı istemez, acı onun için kötü bir şeydir. E oysa, eğer çekilen acılar ve çileler bizim Allah ile bir olmamızı sağlayan ulvi yardımlar olsaydı, bu şekilde acıdan kaçınma isteği barındıran dualar Kuran'da yer almazdı. Zira Allah, kulunun acıdan kaçınmasını istiyor.
Böylece tasavvuftaki bu çilecilik anlayışı da, binlerce yıllık pagan hurafelerinin arasına tescilli bir şekilde girmiş oluyor.
Şimdi, bu adamlar "acı" ve "çile"ye böyle anlamlar yüklüyor diye, elbette acının insana hiçbir şey katmadığını iddia etmiyorum. Fakat acı çekmenin insana olumlu katkı yapması; kesinlikle garanti değildir. Üzerinden ders çıkarılmamış her acı boşadır.
Benim kanaatimce acı, iyileri daha iyi, kötüleriyse daha kötü yapan bir katalizördür. Yani acı çekmek, Allah ile bir olma yolunda değil, hak edenin hak ettiğine kavuşması yolunda bir hızlandırıcıdır. Şimdi size durumu somut ve yaşanmış bir örnek üzerinden anlatayım, dinle burayı.
Viktor Frankl, 2. Dünya Savaşı döneminde nazi kamplarında işkence görmüş bir yahudidir ve aynı zamanda pgibiyatristtir. insanın Anlam Arayışı adında bir de kitabı vardır, kitapta başından geçenleri ve Nazi kampında yaşadıklarından yola çıkarak geliştirdiği pgiboterapi yöntemini anlatır. Victor Frankl herhalde bir insanın bu dünyada yaşayabileceği en büyük acıları ve eziyetleri çeker. Karısı ve çocukları öldürülür, arkadaşları gözü önünde öldürülür veya tecavüze uğrar, kendisi türlü işkencelere uğrar, bir deri bir kemik kalmasına rağmen yıllarca ağır amele işleri yapar vs. Bak vesaire deyip geçiyorum ama şu arasına virgül koyarak söylediğim şeylerden bir tanesinin bile insanın başına gelmesi felaket dıbına koyim. Bu adamın o kampta yaşadığı hayat "doğal seleksiyon"un Naziler tarafından insan eliyle hızlandırılarak uygulanmış halidir. Yani sadece en güçlüleri ve sabırlıları, bir başka deyişle "en uygunları" hayatta bırakmaya yönelik bir sistemin içinde yaşar Victor Frankl. Gelgelelim kendisi bir şekilde savaşın sonuna kadar hayatta kalmayı başarır. Savaşın bittiği ve Nazilerin kaybettiği, kamptaki yahudilere duyurulur, bunlar da sevinir falan. Kamptan çıkarlar, kurtulmuşlardır ve karşılarına çıkacak ilk şehre kadar yürümeleri gerekir. Bizim Frankl, kamptaki bir yahudi arkadaşıyla beraber yürür. Bir tarlanın içinden geçmek zorundadırlar. Frankl tarladaki ekinleri çiğnememek için titizlik gösterir ama diğer arkadaşı hatır hutur basar tarladaki ekinlere. Frankl arkadaşını uyarır, niye milletin malına zarar veriyorsun olum der, arkadaşı da şu minvalde bir cevap verir "ulan yıllarca amımıza koydular bizim, giberim tarlasını da sebzesini de, basar geçerim tabi ki"
Frankl buradan yola çıkarak, bir insanın acılar çekmiş olmasının, ona ekstradan herhangi bir hak veya üstünlük vermeyeceğini söyler. Ve kitabında, bu durumun insanlar için büyük sorunlara yol açabileceğini söyler. Yani adam daha israil Devleti henüz kurulmamışken şu pgibolojinin teşhisini koyuyor:
http://imgim.com/c5.png
Burada bir grup israil vatandaşı, bombalanan Gazze şehrini seyreder. Seyrederken alkışlarlar, sevinirler. Alkışlayıp sevindikleri şey ise, "kendilerinden başka" insanların kafalarına bombalar yağdırılmasıdır.
Bu pgibolojinin altında elbette geçmişte çekilen acılar ve çileler vardır. Fakat bu yaşanmış çileler onlara böyle bir hak ve üstünlük verir mi, elbette vermez.
Şimdi de Frankl'ı ve Tarladaki ekinleri çiğneyen arkadaşını karşılaştıralım. Her ikisi de çok büyük çileler çekiyorlar. Acıları bittiğinde ise birisi tarladaki ekinlere basmıyor, yaşadıkları üzerine düşünüyor, çektiği acıların vesilesiyle logoterapi yöntemini geliştirerek insanlara faydalı olmak için uğraşıyor. Diğeri ise kendini her türlü ihtiyacın üstünde görerek tarladaki ekinlere basıyor ve böyle bir hakka sahip olduğunu iddia ediyor, bu üstün görme ihtiyacının tek sebebi ise yaşamış olduğu acılar.