0
Bir çam ağacının altına bırakıyoruz taşıdığımız bütün nevaleyi. Annemler sofrayı hazırlamaya başlıyor. Termos, çay bardakları, ikili ekmekler, poğaçalar, domatesler, peynirler bir bir sepetlerden çıkıp, kilimin üstünde yerini alıyor sırasıyla. Çaylar ardı ardına içiliyor. Biz de az ilerde salıncakların keyfini sürüyoruz. Kaydıraktan defalarca kayıyoruz. Bir süre sonra ayakkabım ağırlaşıyor içine dolan kumdan. Çıkarıp yalın ayak devam edeyim derken tek bir adımımla geri zıplıyorum serin toprağa. Şimdi iyi geliyor. Kuru kuruya serinlik. içim yanmış. Annemin yanına gidiyorum. Su istiyorum. Ağırlık olmasın diye su almadıklarının, ilk susayanı çeşmeye yollayacaklarının şakasını yapıyorlar gelişi güzel. Arkama dönüp bakıyorum. Sesimi duyuramayacağım kadar uzaklıktaki Erkan'ın kaydıraktan ters kaydığını görüyorum. içinde tek bir damla dahi bulunmayan boş iki gazoz şişesiyle, diğer çam ağaçlarının arasından çeşmeye doğru yürüyorum. Ayakkabımın içinde kalan kum taneleri parmak aralarıma giriyor. Kaşına kaşına, tatlı sert yürüyorum. Kaldırımdan aşağı adımımı atıp yarısı olmayan mazgalın üstünden zıplıyorum. Çeşme on beş-yirmi adım ilerimde. Ses geliyor derinden. Sağımdan duyuyorum. Kafam dönüp sesi arıyor. Çok geçmeden, iki adım atana kadar görüyorum sesin sahibini. “ Su … “ diyor dudakları beyazlaşmış, saçı sakalı birbirine karışmış esmer adam. Belki de başka bir şey diyor. Ben öyle duyuyorum. Zaten bir kere duyuyorum. Sol elini yumruk yapmış, işaret parmağı ile bütün vücudunu gölgeleyen çam ağacını gösteriyor. Gösterdiği yere bakan gözlerim ne başka bir yere bakıyor, ne de ayaklarım ilerliyor başka bir istikamete. içimde anlam veremediğim korkuyla bir müddet beyaz dudaklarını izliyorum. Gitmem için diretiyor ayaklarım. Tatlı sert yürümeye başlıyorum. Köşeyi döndüğüm gibi çeşmeye varıyorum. Aynı görevi üstlenmiş diğer insanlarla sıraya geçip, şişelerini, bidonlarını, güğümlerini doldurmalarını izlemeye başlıyorum. Dilim damağıma yapışıyor.