http://www.youtube.com/watch?v=lsPu00D--ks
"Bir insan özellikle benim gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır? Bilmiyorum, insan kendisi için böyle bir durumda olduğunu söyleyebilir mi? Bilmiyorum. Büyük bir acı, belki aşk, belki de çok başka bir sarsıntı sonucu insan kendini önemli bir kararın öncesinde; belirsiz de olsa, yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir. Korkulu bir bekleyiştir bu: insan bu bilinmeyen sarsıntının yaklaştığını hissedince bir süre ne yapacağını bilemez. Sonra bütün gücüyle, belki de daha önce hiç hayalinden geçirmediği girişimlere atılır - daha doğrusu kendini daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylemin içinde bulur." Oğuz Atay - Eylembilim.
"Zamanın dokunduğu her şey bir masal. Zamanı geldiğinde var olacak tek şey, gerçek.”
"Hikayeme hoşgeldiniz."
Bazen insan bildiği bir kavramla hayatında ilk defa nerede karşılaştığının muhakemesini yapar da, o kavramın hayatındaki öneminin farkına vardığında gözlerinin önünde istemsizce beliren sahneyi izler ya sebepsizce, işte benimki de böyle bir şey. Doğduğumda topuğumun kesildiğini hatırlıyorum mesela. hayatım boyunca iki kez yaşadım. Birincisi doğarken, ikincisi de aklımdan daha önce bir doğuma şahit olup, bir bebeğin topuğunun kesilmesindeki sebebi ararken izlediğim sahne. Bu zamana kadar herhangi bir doğuma şahit olmadığımdan, topuğu kesilen benim öyleyse.
Topuğumun kesilmesinin sebebi sarılık doğmuş olmam. Bir şekilde anlaşılmış. ilaçlara ve tedavilere yanıt vermemişim. Yeni doktorlar, yeni hastaneler arayışına giren ailem, sonuca daha hızlı ulaşmak için yollarda ayak bağı olmayayım diye anneannemi bana bakması için çağırmış. Yollara düşülmüş, doktor bulunmuş, tedavi yöntemi konuşulmuş ve karar verilmiş. Kanımın tamamen değişmesi gerekiyormuş. O zamana göre küçük bir kasabada, aynı kana sahip olan birini bulmak zormuş. Ancak belediye anonsları sayesinde duyuruya cevap veren biri bulunmuş. Babam, bir arkadaşının arabasıyla eve geri dönüp, anneannemi ve beni alıp, tekrar hastanenin yolunu tutmuş. Hastanenin bahçesine girdiğimiz gibi anneannem, babamın sürdüğü arabayı durdurmuş ve bir hışımla fırlamış arabanın içinden. Şalvarı bacaklarının arasına dolanmış anneannem, memelerinin arasında, vücut ısısını korumaya çalışan torunuyla birlikte avazı çıktığı kadar bağırmış. Ölmüşüm o anda. Çenem kilitlenmiş. Yüzümdeki beyazlık, kendini soğuk bir mora terk etmiş. Bu olaya tanık olan annem dayanamayıp yere yığılmış. Hafta sonu iznine çıkan bir asker tarafından kurtarılmış hayatım. Adaşım üşenmemiş. Adaşım dedim ya, bu talihsiz olay ardından, bana hayatı tekrar geri veren bu insanın adı konmuş. iznini bırakıp, belediyenin anonsuna kulak asmış. Kurtulmuşum işte.
Mantığını çözerken zorlanmadığım onca başıboş sahnelerle dolu zihnim. Hani az önce bahsettim ya, ilk bigibletin neydi diye sorsalar, iki-üç yaşında üstünden hiç inmediğim, kırmızı, dört tekerlekli bigibletimi söylerim yine. O zaman ne kendimi bilirdim, ne de bir başkasını. Nedensizce hatırladığım sahnelerden biri de, acılar içinde pencerenin kenarında oturup izlediğim, gökyüzünden yere düşen yıldırımlar. Acımın sebebi yaralarım. Dizlerimde, dirseklerimde, kollarımda ve kafamın arkasında. Dört tekerli bigibletimi sokakta sürmek istemiştim. Balkon yetmediği için, sokakta sürebilmek adına annemden iznimi de almıştım. Yapmam gereken tek iş, canım kırmızı bigibletimi merdivenlerden aşağı indirip, sokağa çıkarmaktı. Daha toprak değmemiş, güneş bile görmemiş bigibletim, ben ve merdivenler. Ardından öyle bir düşmüştüm ki, yara bantlarının dizlerimdeki oluşturduğu gerginliğin acısıyla uyanabilmiştim. Merdivenlerden yuvarlanışımı hatırlamıyorum. Acımı bastıran tek şey yıldırımlar. Yere o kadar sert düşüyor ki, gürültüsü evimizin camlarından içeri girip vitrini titretiyor. Televizyondaki Alf bile korkmuş olmalı.