hayatın amacı yok'tur.
eğer hayatın statik bir amacı olsaydı insan cogitans bir canlı olarak, diğerlerinden ayrılamazdı. bu cümleyi tersten okumak lazım; düşünen insanın varlığı, hayatı amaçsız kılar. niye mi? galiba şu yüzden; dogmalar yaşamın her anına, her alanına sızmıştır. felsefede dahi dogma vardır, ama orada diğerlerinden farklı olmak üzere yıkılmaya mahkumdur, çünkü bu ilim sahası cevaplardan çok soruların ayakta tuttuğu bir alandır. kendisine kuşkuyla yaklaşılmış olan dogma -felsefeden bahsetmiyorum- yıkılmasa da, kendisinden kuşku duyulmasından ötürü geçirdiği ufak sarsıntıyla bile varlığında zedelenmeyi hisseder. bu yüzden sarsılmaması gereken ana gayenin ve onun bütün parçalarının bir şekilde sarsılmış olması, o zamana kadarki amaçları ortadan kaldırır. günümüz kafasıyla hiç düşünmeyin; zira modern kafalarımız belli dizgelerin yüzyıllar boyu çarpışmasından, üst üste binmiş düşünce savaşlarından çıkmış, yorgun argın bir halde abukluğa varmadan cevap bulamaz. çünkü ilkel değiliz, evvela doğaya, çevremize karşı merakımız "öz nedir", "madde nedir", "varlık nedir", "canlı nedir", "ruh nedir", "beden nedir" gibi soruları üretmiş, bunun ardından tabii ilimlere ve "nereden geldik", "nereye gidiyoruz", "nasıl yaşamalıyız", "yaşamamızı ve evrenin yönetimini dengede tutan güç nedir", "böyle bir güç varsa, sınırları nasıldır, nerede başlar, nerede biter ve toplum yaşantısına yansıması nasıl olur, bu güce karşı sorumluluklarımız nelerdir" gibi bir dünya soruya yönelmiş kafalar zamanla çok soru sormuş olmaktan ötürü yorgundur, yorgun kafalarımız descartes'ta "varlığa yönelen ben kimim?" sorusuyla yepyeni bir boyutta dinlenmeye başlamıştır. bu din dışı yeniçağ avrupa'sındaki kuşkucu ana düşünceyle birlikte artık insan en basit haliyle düşündüğü için var olan'dır.
tabi ki sürekli düşünüş ve akabinde en başta belirttiğim "sarsılan dogma" statüsü, insanoğlunun evrensel ve çağlarüstü manada hem aşkın hem de içkin bir amaçla yaşaması mümkün olmamaktadır. düşünüş yıkışı gösterir. descartes'ın sonunda vardığı "tanrıdan bile kuşku duymak" durumu da dahil olmak üzere, artık insanın dizginleri boşalmıştır. artık onun hayatının amacı, diğer insanların hayatlarının amaçlarından bütünüyle farklıdır. tanrı bir amaçtır birisi için, ama "sarsılan dogma" düşüncesinden ötürü tanrı sadece kişinin inancı kapsamında bir amaç olarak kalmak durumundadır. comte'un pozitivizmi de metafiziği inkar ederken, kant da aklın hudutlarını aşan ve tecrübe edilmesi mümkün olmayan metafizik karşısında olumsuz bir tavır takınmayı tercih etmesine rağmen, kant ile comte'un düşüncelerinde yaşama amaçları aynıdır, sabittir dememiz mümkün değildir. zaten eğer belli bir amaç üzerinde anlaşamamanın en güzel örneği; semavi dinlerde unitas anlayışının tarih boyunca gelişememiş olmasıdır. mezhepçilik de dahil olmak üzere her türlü fikir ayrılığı kanlı savaşlara sebep olmuştur. "eğer hayatın bir amacı olsaydı, bu savaşlar önlenirdi" tarzında bir laf etmekten öte; ortak bir amaç için belki de zamanın henüz çok erken olduğunu söylemekte fayda vardır. bu biraz da bilgi'yle alakalı galiba. insanın, şu ana kadar düşünegeldiği veya uygulayageldiği bütün somut ve soyut evren temayulleri henüz insanoğlunun ortak bir amaca yönlenebileceğini göstermiyor bize. en azından tarih bize bunu gösteriyor.
mesela insan dışındaki canlıların bir amacı vardır. adını ne koyarsanız koyun belli bir düzen içinde incogitans varlık olmalarından ötürü sadece düzenin bir parçası olma amacına göre davranırlar. bu yüzden insanla karşılaştırıldıklarında temizdirler, saftırlar. insan düşünebildiği için amaçsızdır, çünkü düzenin üstüne çıkabilmiştir düşünerek. hep dediğim bacon'cı kafa, doğaya egemen olabilmek için gitmeyi önerirken, aslında kızıyoruz falan ama insanın doğasına en uygun şeyi söylüyordu. insan budur, başka bir şey değildir. hemingway'in yaşlı adam ve deniz'inde yaşlı adam'ın dediği gibi; "insanoğlu mahvolabilir ama yenilmez." (bkz:
#10937592) o yenilmek için yaratılmamıştır (bu "yaratılmak" ifadesini belli bir dinsel nitelikte kullanmıyorum, "doğmamıştır" da diyebilirsiniz, ben adı geçen eserde böyle geçtiği için bu ifadeyi kullandım.), çünkü düşünüyordur, düşündüğü için adlandırdığı, dillendirdiği sistemin de ötesindedir, onun yaratıcısı, egemenidir. teolojik açıdan bakarsak; tanrısına öykünmüştür. hiristiyanlık düşüncesinde oğul ve insanlar tanrıya öykünürler, yani babaya benzemek vardır. o da neyse başka bir entirinin konusu. şu adlandırmadan bahsedelim biraz da.
meselenin bir boyutu da çok açık bir şekilde son zamanlarda hep söylediğim dil problemidir. ahlaktan farklı toplumlardaki çeşitli kişiler ne anlıyorlar, iyi nedir, hepimiz için iyi ortak mıdır? insanlar için erdem, cesaret, atılganlık gibi kavramlar her çağda aynı değere mi sahiptiler? tabi ki hayır. o halde biz yaşadığımız dünyayı adlandırırken, hep bir başkasından farklılaştığımız sürece, hayatın ortak bir amacının olduğunu söyleyebilmemiz mümkün olabilecek mi? bence olamaz, neye yöneldiğini bilmeyen, bilseydi de bildiği şey hususunda cogitans varlıklar olduklarından birbirlerinden sürekli ayrılacak olan insan için hayatın amacı yok, hayatın ancak yaşanması vardır. bunu da "hayatın amacı, amaçlı bir hayattır." şeklinde dillendirmek belki mümkündür, belki değildir, bilmiyorum.
düşünebiliyor olmamız ne var ne yoksa, her şeyi yıkıyor, çünkü her şeyi düşünen de kendi olduğu için, insanın kendi yarattığını yok etmesi fazla zaman da almıyor. bazen birkaç bin yıl, bazen birkaç yüzyıl, bazen birkaç sene, bazen ise birkaç saat. birkaç dakikalık ve hatta saniyelik yaratışlarımız bile vardır düşünerek; mesela az önce kafamı ıslattım sıcaktan, kafatasım karpuz gibi çatlayacak gibi hissettim, ne sıcak lan!