186. LA PLANÈTE SAUVAGE (Yön: RENÉ LALOUX, 1973)
sanatsal açıdan dudak uçuklatan bu 40 yıllık animasyon, sürrealizmin sinemayla en en hakiki buluşması. cannes’ı birbirine katmış bu dahiyane film, insan medeniyetine dair en çarpıcı eleştirilerden biri. yok böyle bi yaratıcılık. bi tür düşünün. insanoğluna insanların hayvanlara baktığı gibi baksın. böceklere hatta. haşerelere. yaşasın fantastik sinema.
187. REDS (Yön: WARREN BEATTY, 1981)
bolşevik devrimini amerika’ya getirmeye çalışan idealist bir gazeteci ve yumruk gibi bir aşk hikayesi. 12 dalda oscar adaylığı, en iyi yönetmen dahil üç ödül ve yakın tarihi bi an bile sıkmadan, şiir gibi anlatan bir belge film. beatty büyük aktörlükten büyük sinemacılığa terfi ederken, keaton’la tarihin en inandırıcı çiftlerinden birini oluşturuyor. şahsen en hayran olduğum oyunculuk performanslarından ikisi, hayatta en çok etkilendiğim aşklardan birini perdeye kazıyor. üç saati aşan süresi asla gözünüzü korkutmasın. film değil destan gibi düşünün. bitince sudan çıkmış balığa döneceksiniz.
188. CRÍA CUERVOS (Yön: CARLOS SAURA, 1976)
gelin, bir çocuk için anasız-babasız kalmanın ne demek olduğunu bir de carlos saura’dan dinleyin. ispanyol sinemasının büyük ustası görüp görebileceğiniz en tatlı melonkolikle, kafayı ölümle bozmuş ana’yla tanıştırsın sizi.
189. UN COEUR EN HIVER (Yön: CLAUDE SAUTET, 1992)
adı üstünde ayazda bir yürekle kabına sığmaz bi tutkunun karşılaşması. en çok etkilendiğim filmlerden. beart’e ayrı, auteuil’e ayrı aşık olacağınız bu sarsıcı dram ravel’in müziğiyle birlikte zihninizde kocaman yer edecek.
190. THE TRAIN (Yön: JOHN FRANKENHEIMER, ARTHUR PENN 1964)
trenli film önereceğim demiştim; buyurun tren! bu filmi izleyince demir yollarında işe girebilirsiniz! II. dünya savaşının sonu. renoir’dan degas’ya, miro’dan picasso’ya fransa’nın sanatsal servetini almanya’ya kaçırma girişimi. bunu engellemek için eşsiz burt lanchester’dan başlayarak, canını hiçe sayan bir grup kahraman fransız’ın müthiş hikayesi. inanılmaz gerçekçi bir aksiyon, tansiyonunuzu zıplatacak bi gerilim. görüp görebileceğiniz en acayip savaş filmlerinden biri.
191. MIRACLE ON 34TH STREET (Yön: GEORGE SEATON, 1947)
şirinevler muhtarının affına sığınarak noel baba filmi önereceğim. efsaneyi konu alan efsane bir film. it’a wonderful life’tan sonra yapılmış en iyi noel filmi. hristiyan olmanıza gerek yok. mutluluktan serseme döneceksiniz.
192. DEVDAS (Yön: SANJAY LEELA BHANSALI, 2002)
yılda 1000 filme imza atan bollywood’un müzikli-dansı epik melodramlarında aşılamayacak bir zirve. belki 20 kez filme aktarılmış bir roman. ülkenin en büyük üç yıldızı. cleopatra’yı bile gölgede bırakacak bir sanat yönetimi. ölene dek dinlemek isteyeceğiniz müzikler. filme alınmış en iyi dans koreografileri. ve hıçkıra hıçkıra ağlatacak bir final. benim aşık olduğum filmlerden biri. sadece şu sahneyi izleyerek ciddi bi fikir edineceğinizden eminim.
http://www.youtube.com/watch?v=s9oeBzNBIso
193. ALTERED STATES (Yön: KEN RUSSELL, 1980)
halüsinatif uyuşturucular ve bir su tankı marifetiyle evrimi genetik açıdan tersine çeviren bilimadamı. tek başına film izleme sebebi william hurt, bu aşırı saçma ama bi o kadar eğlenceli ken russell fantezisinde yine döktürüyor. bu kadar lakayıt olup, bu kadar ciddi ciddi varoluş, hayatın anlamı ve tabii aşk üzerine düşündüren bir film daha yok.
194. THE BIG HEAT (Yön: FRITZ LANG, 1953)
sırtını politikaya yaslamış suç örgütünün foyasını ortaya çıkarmaya çalışırken köşeye sıkışan polis. önce adalet sonra intikam derken kanunu bile tanımayacak. fritz lang imzalı bu nefis polisiye de türün klişelerini yaratacak.
195. A AY (Yön: REHA ERDEM, 1989)
nihayet bir türk filmi. sadece türk sinemasının değil dünya sinemasının en ilginç anlatılarından biri. tanımlamak zor bu filmi. siyah beyazın güzelliğinde kaybolacağınız düşsel bir yolculuk sanki. rüyadan uyandığınız an gibi. reha erdem’in sinema sanatına ilk hediyesi, münir özkul’un da perdeye vedası. ne büyük bir aktör olduğunu anlamak için kafi.
196. BRICK (Yön: RIAN JOHNSON, 2005)
gizemiyle ve dozunda dramıyla retinada harika bir tat bırakan, yakın tarihli bir küçük hazine. 40’ların eşsiz kara film mantığını 2000’lere ve bir liseye taşıyan film, hayatı değil hayat tarzı olan gençlere bakıyor. bogart’ımız joseph gordon-levitt, türleri ve dönemleri karıştıran bu havalı suç filminde asla aşamayacağı bir etki yaratıyor.
197. LE CERCLE ROUGE (Yön: JEAN-PIERRE MELVILLE, 1970)
le samourai’la benim hayatta en sevdiğim 10 filmden birini yapmış bir ustadan bir diğer suç şaheseri. kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemiş, gerçek bir sinema büyücüsü melville ve saf sinemanın doruklarında geziniyor. delon, volonte ve montand gibi üç dev isimle avuç içlerinizi terletecek, boğazınızı kurutacak bir soygun filmine imza atıyor. tamamen diyalogsuz yarım saatlik soygun sahnesiyle sinema sanatının gövde gösterisi bu film. diğer sanatlar çay demleyebilir.
198. ARIEL (Yön: AKI KAURISMÄKI, 1988)
hayatla cebelleşmeyi bırakmış, teslim olmuş bir toplumda isyan bayrağını çeken bir adamın hikayesi. aki kaurismaki, müthiş gözlem yeteneği ve gülmeceyi hüzne katık eden stiliyle 70 dakikalık bir iskandinav masalı anlatıyor. kendi kültürüne dışarıdan bakabilme ve yabancılaştırma kabiliyetiyle, seyirciyi ağır ama ritimli bir yolculuğa çıkarıyor.
199. GUNFIGHT AT THE O.K. CORRAL (Yön: JOHN STURGES, 1957)
wyatt earp-doc holliday gerçekte en fazla burt lancaster-kirk douglas kadar karizmatik olabilirlerdi. tarihin en karizmatik şerifi ve kanun kaçağının hikayesini iki dev aktörün harika performanslarından izlemek ne büyük zevk. western’e ilgi duyanların bağırlarına basacakları film olağanüstü karakter çalışmasıyla türün en değerli örneklerinden biri.
200. LUCÍA Y EL SEXO (Yön: JULIO MEDEM, 2001)
sırada çok özel bir film var. defalarca izlediğim ve her izleyişimde gözyaşlarına boğulduğum bir film. gözyaşlarım biraz güzellik duygusundan, biraz müziğinden, biraz mimarisinden ama en çok da kendimden bir şeyler bulmaktan. sinemada son 25 yılın en sıra dışı imzalarından julio medem’le bir yazarın zihninin derinliklerine doğru yolculuk ediyoruz. bir romanın doğum sancısına ortak olurken, müthiş bir aşk hikayesinin içinden geçiyor ve tüm kahramanlarıyla özdeşleşiyoruz. öyle dahiyane bir kurgu söz konusu ki bu film bitmiyor ve her izleyişte yeniden başlıyor. ha bir de böyle bir erotizm yok!