1. 1.
    0
    36. FAUSTRECHT DER FREIHEIT (Yön: RAINER WERNER FASSBINDER, 1975)

    Eşcinsellik üzerinden, evlilik kurumu ve sınıf ilişkilerine bakan bir gizli başyapıt. Bu filme çarpılmak için eşcinsel olmanıza da gerek yok. Başta kendi dünyanızın dışında bir şeyler anlatıldığını sansanız da, neden sonra kendi hikayenizi izlediğinizi göreceksiniz. Alman sinemasının dahi ismi Fassbinder’in eşsiz filmografisi içinde eşcinsellikten açıkça söz ettiği ilk film ve yönetmenin en iyi işlerinden biri, belki en iyisi.

    37. VANISHING POINT (Yön: RICHARD C. SARAFIAN, 1971)

    Tarantino’nun Death Proof’unu izlerken methini duymuş olabilirsiniz. Kültün kültü, bir ‘yol filmi’ zirvesi. Kowalski, Denver’dan aldığı ‘70 model Dodge Challenger’ı San Grancisco’ya 15 saat (!) içinde teslim edebilecek mi? Vanishing Point’te az laf, bol icraat var… Saf sinema var!

    38. GONGDONG GYEONGBI GUYEOK JSA (Yön: CHAN-WOOK PARK, 2000)

    Oldboy’un yönetmeni Park Chan-Wook’u tanıyorsunuz. Ya rüya gibi bir çıkış filmi olduğunu biliyor musunuz? Özel olarak Kuzey Kore ile Güney Kore’nin kimi sıcak, kimi soğuk seyreden namütenahi savaşı, genel planda ise dünya ahvali. Müthiş bir senaryo. Harika bir anlatı. Eğlendirirken insan üzerine hayli derin şeyler söyleyen son derece anlamlı bi yapıt. Bir sanat eserinin barındırabileceği en duygu dolu sürprizlerden biri de cabası.

    39. TROUBLE IN PARADISE (Yön: ERNST LUBITSCH, 1932)

    Az geriye gidiyoruz bugün. 1932’ye! Ernst Lubitsch’in hünerli ellerine ve ince zekasına teslim oluyoruz. Sinemanın büyük öncülerinden Lubitsch’in erotizmi, mizahı ve kusursuz sinema dili karşısında neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Katıksız eğlence vadeden ve su gibi izlenen bir film bu. En sevdiğim hırsızlık hikayelerinden biri kendi hesabıma. Hele romantik bir şey izleyesiniz varsa mest olacağınıza, daha ilk sekansın sonunda, ne iyi ettik diyeceğinize bahse girerim.

    40. SHAUN OF THE DEAD (Yön: EDGAR WRIGHT, 2004)

    Edgar Wright-Simon Pegg ikilisinden, hedefi 12’den vuran bir zombi filmi parodisi. Dahiyane senaryosuyla benzersiz ingiliz mizahının en iyi örneklerinden olan film yönetmenlik sanatı adına da bir zafer. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, eş-dost izleyecek daha eğlenceli bir film bulamayacaksınız efendim. Bizim el emeği göz nuru Ada: Zombilerin Düğünü’ne en çok ilham veren bir-iki filmden olduğunu da ekleyelim.

    41. FURY (Yön: FRITZ LANG, 1936)

    Sinemanın büyük ustasından insanın kanını donduran bir linç filmi. Fritz Lang ve Spencer Tracy gibi iki dev ismi bir araya getiren Fury, insanoğlunun sırtındaki en büyük kambura, cehalete eğiliyor. Gerilimin bir dakika bile düşmediği film, iyi bir hollywood aksiyonu kadar eğlendirirken, iyi bir avrupa filmi kadar düşündürüyor. Linç gibi iptidai bir olgu üzerinden insan denilen mahlukun anatomisini çıkarıyor.

    42. THE CHASE (Yön: ARTHUR PENN, 1966)

    Her gün yeni bir şekliyle karşılaştığımız linç kültüründen devam ediyoruz. Arthur Penn’den The Chase’le. Marlon Brando, Robert Redford, Jane Fonda ve daha kimler kimlerden oluşan harika kadrosuyla, mide boşluğuna sıkı bir yumruk gibi bu film. Giderek giriftleşen entrikası ve anbean yükselen gerilimiyle izlerken bağlanacağınız filmlerden biri. Linç girişiminin önüne şövalye ruhuyla dikilen Marlon Brando’nun yediği dayağa inanamayacak, elinizde olsa kavgaya karışmak isteyeceksiniz.

    43. UNA PURA FORMALITA (Yön: GIUSEPPE TORNATORE, 1994)

    Cennet Sineması’nın yönetmeninden neredeyse görmezden gelinmiş bir başyapıt. Gerard Depardieu ve Roman Polanski’nin (!) başrollerini paylaştıkları film, görüp görebileceğiniz en kasvetli şey olabilir! Bana sinema tarihinin en unutulmaz polis soruşturmasını sorsanız, ilk aklıma gelecek örneklerden biri muhakkak ki bu filmdir. Yazar ve yazarlık üzerine söz seyleyen en derinlikli anlatılardan biri olduğu da iddia edilebilir. Anatomi dersi gibidir. Pgibolojik gerilim meraklıları ağızları açık izleyecekler. Ve bir kez de değil. Bir daha, bir daha izlemek isteyecekler.

    44. PLEIN SOLEIL (Yön: RENE CLEMENT, 1960)

    Highsmith’in Talented Mr. Ripley’sini biliyorsunuz. işte ilk ve en ala sinema uyarlaması! Tom Ripley rolünde, formunun zirvesinde bir Alain Delon’a, Marie Laforet ve Maurice Ronet gibi iki insan güzeli eşlik ediyor. izleyeni yerinde olmak isteyeceği insanlar, yaşamak isteyeceği hayatlar, olmak isteyeceği yerler vb. bekliyor. Kusursuz senaryo metamatiği ile harika bir edebiyat uyarlaması Plein Soleil. Ve sürpriz finaliyle yüreğe mıh gibi oturuyor yemin ederim.

    45. FORBIDDEN PLANET (Yön: FRED M. WILCOX, 1956)

    Klagib Amerikan bilimkurgusunun gurur abidesi; zamanının çok ötesinde bir fantezi. O güne dek perdede görülmemiş efektleriyle, sanat yönetimiyle, yarattığı rüya gibi evrenle, kaçış sinemasının somut tarifi. Özel olarak da beyazperdenin en insani robotu Robby The Robot’un kollarını açmış sizi beklediğini belirtmeden geçmeyelim.

    46. BOY (Yön: TAIKA WAITITI, 2010)

    11 yaşında bi erkek çocuğu düşünün. Hayatta iki şeye tapıyor: 1. baba. 2. Michael Jackson! Yeni Zelanda’dan gelen bu küçücük fıçıcık film, karanlık gününüzü aydınlatacak, içinizi ısıtacak efendim.

    47. BUFFET FROID (Yön: BERTRAND BLIER, 1979)

    Kara mizahın sınırlarını genişletmiş Bertrand Blier’den ekstrem bi zekanın ürünü şahane bi suç komedisi… Gerard Depardieu’lü Buffet Froid saçmanın destanını yazacak, sıkıcı günlük gerçekten bir buçuk saat olsun temiz koparacak izleyeni. Yeni dalgacılar bi yana, tüm Fransız yönetmenler içinde favorim Bertrand Blier benim ve fırsat buldukça başka filmlerini de önereceğim.

    48. ANIMAL FARM (Yön: JOY BATCHELOR, 1954)

    Orwell’in başyapıtından sinemaya tercüme edilmiş, ilk uzun metrajlı ingiliz animasyonu. Sene ‘80 filan. TRT gece sineması kuşağında önceden duyurduğu filmi teknik bir sebepten oynatamayıp, bunu oynatmıştı. O güne dek cumartesi sabahları izlediğim bir şey olan çizgi film, ilk defa upuzun ve ciddi mi ciddi bir edayla karşımdaydı! Kaldı ki Hayvan Çiftliği’ni anlatıyordu bana! Snowball ve hele Boxer için ne ağlamıştım. O yaşta izlediğim için kendimi hep çok şanslı addettim.

    49. THE LOST WEEKEND (Yön: BILLY WILDER, 1945)

    Döneminin en aykırı filmlerinden; alkolizm üzerine yapılmış yürek sızlatan bir dram. Amerikan sinemasını Amerikan sineması yapan isimlerden Billy Wilder’ın elini neye atsa harikalar yarattığın kanıtı adeta. Ray Milland’ın tarifi imkansız oyunculuğuyla tarihin en hak edilmiş Oscar ödüllerinden birini kazandığı bu filmi lütfen izleyin. Lakin ailenizde, yakınınızda bir alkolik varsa iki kere etkileneceğinizi de bilin.

    50. CELDA 211 (Yön: DANIEL MONZON, 2009)

    2009 yapımı olmasına karşın türün klagibleri arasında anılmayı hak etmiş, nefes kesici bir hapishane filmi. Şiddetli bir isyan ve bir anda mahkum rolü yapmak durumunda kalan güvenlik görevlisi. Sinemanın kendine has oyuncaklarıyla çılgınlar gibi eğlendirirken, bir yandan da alim gibi kafa patlattırabildiğine şahane bir örnek. Hem ticari gösterimde hem festivallerde iş yapan filmde oyunlarıyla kalbinizi kazanacak Luis Tosar ve “Ağabey Bardem”e dikkat kesilin.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster