1. 1.
    0
    o kadar hızlı olmadı belki, ama zaman ilerledi. 2014 senesiydi. carter pulitzer ödülünü almıştı. çektiği fotoğraf beklenenin de üzerinde ilgi topladı. hikayesi ballandırıla ballandırıla anlatıldı. sudana yapılan yardımlar ciddi ölçüde artmıştı. carter bir kesim tarafından büyük övgüler alıyordu, başka bir kesim ise onu vicdansızlıkla suçluyordu. keşke gerçekten de vicdansız olabilseydim diye düşündü carter. bu kadar vicdansızlığa, vahşete, ölüme, sapıklığa maruz kalıp da yine bile hayatına rahat rahat devam edebilmesi için gerçekten de vicdansız olması gerekiyordu. ama olamıyordu işte. gözüne sürekli tanık olduğu vahşet görüntüleri geliyordu. her gözünü kapadığında çürümüş cesetler, ölen çocuklar, sadist askerlerin o çirkin, şiddetten zevk alan surat ifadeleri beliriyordu zihninde. yanmış, çürümüş ceset kokuları, etraftan yükselen alevler, dumanlar, açlık, sefalet... bizim o akbabadan ne farkımız var diye düşündü bir an için carter. tıpkı o akbaba gibi, masum ve zavallı bir çocuğun canından kazanmıştı parasını. aklının bir köşesinde "senin görevin buydu" diye düşündü. ama zihninin diğer kısmı ona "çok iyi biliyorsun ki bu bir mazeret değil. yaptığın işe bir bak: vahşetin, dramın, açlığın fotoğrafını çekiyorsun. ne için? çalıştığın ajanslar, dergiler, haber kanalları daha fazla kazansın diye. bu mu senin görevin?" diye haykırıyordu. bir yandan kendisini yatıştırmak için "bir şey yapamazdın, hastalık kapma riskini göze alarak yardım edemezdin o çocuğa" diyordu. ama diğer yandan da bu küstahlığına ve bencilliğine hayret ediyordu.
    ···
   tümünü göster