1. 26.
    0
    Önsöz, s. 7-20

    1
    Geçmişte tarihçiler yalnızca "kralların büyük işleriyle" ilgilenmekle suçlanabilirlerdi, ama günümüzde bu artık doğru değil. Artık tarihçiler, gittikçe daha yoğun bir biçimde, seleflerinin es geçtikleri, bir kenara attıkları ya da yalnızca bilmezlikten geldikleri şeylere dönüyorlar. Brecht'in "okumuş işçisi" daha o zamanlar bile "Yedi kapılı Thebai'yi kim inşa etti?" diye soruyordu. Kaynaklar, bu isimsiz duvarcılar konusunda bize hiçbir bilgi vermiyor, ama soru bütün anldıbını koruyor.
    2
    Bu tarz bir araştırmada karşımıza çıkan tek olmasa da en büyük engel, geçmişteki tabi sınıfların davranış ve tutumları konusunda kesin bulguların çok seyrek oluşudur. Ama bunun istisnaları da vardır. Bu kitap hemen hemen tümüyle karanlıkta geçen bir hayattan sonra Engizisyon'un, Kutsal Makam'ın(1) emriyle yakılarak idam edilen Menocchio takma adlı, Friulili değirmenci Domenico Scandella'nın hikâyesini anlatıyor. On beş yıl arayla hakkında açılan iki davanın kayıtları, düşüncelerinin ve duygularının, hayallerinin ve isteklerinin zengin bir tablosunu sunuyor. Başka belgeler de ekonomik faaliyetleri ve çocuklarının hayatları konusunda bilgi veriyor. Elimizde kendi eliyle yazdığı birkaç sayfa ve okuduklarının kısmi bir listesi (o, gerçekten de bir okuryazardı) bile var. Menocchio hakkında daha çok şey bilmek isterdik, ama bildiklerimiz genel olarak "tabi sınıfların kültürü" ya da, hatta "halk kültürü" denen şeyin bir parçasını yeniden oluşturmamıza yetiyor.
    3
    Uygar toplumlar diye anılan toplumlarda, farklı kültür düzeylerinin varlığı, çeşitli biçimlerde folklor, sosyal antropoloji, halk geleneklerinin tarihi ve Avrupa etnolojisi diye tanımlanan disiplinin öncülüdür. Ama "kültür" teriminin, belli bir tarihsel dönemde tabi sınıfların tavırları, inançları, davranış biçimleri vb.'den oluşan karmaşık toplam anlamında kullanılması, oldukça yeni ve kültürel antropolojiden alınmış bir terimdir. ilk başta himayeci bir tavırla "uygar toplumda sıradan halk" olarak betimlenen kesimin aslında kendine özgü bir kültüre sahip olduğunu yalnızca "ilkel kültür" kavramı sayesinde kabul ettik. Böylece sömürgeciliğin vicdan azabı, sınıf baskısının vicdan azabına eklendi; şimdiyse hem ilginç olguların toplanması anlamındaki eskimiş folklor tanımını, hem de tabi sınıfların fikirleri, inançları ve dünya görüşlerinde belki de yüzyıllar önce egemen sınıflar tarafından işlenmiş tutarsız parça parça bir kuramlar kitlesinden başka bir şey görmeyen tavrı, hiç değilse söz düzeyinde aştık. Bu noktada tabi sınıfların kültürüyle egemen sınıfların kültürü arasındaki ilişkiyle ilgili bir diyalog başladı. Bu kültürlerden ilki, acaba hangi dereceye kadar ikincisine bağımlıydı? Ve, tabi sınıf kültürü hangi ölçüde kısmi olarak bağımsız bir içeriğe sahipti? iki kültür düzlemi arasında karşılıklı bir hareketten söz edilebilir miydi?
    Tarihçiler bu gibi sorulara ancak yakın zamanda, o da belirgin bir çekingenlikle yaklaştılar. Kuşkusuz bunun nedeni, kısmen aristokratik kültür kavrdıbının yaygın bir biçimde egemenliğini korumasıydı. Çok sık olarak, özgün fikir ve inançlar, tanımı gereği yüksek sınıfların ürünü, bunların tabi sınıflarda yayılması da çok az ilgi uyandıracak mekanik bir olay olarak görülmüştür. En iyi ihtimalle, sözü edilen, bu fikir ve inançların bir yerden bir yere taşınması sırasındaki "çürüme" ya da "tahrif"tir. Ama tarihçilerin çekingenliği, ideolojik olmaktan çok metodolojik kökenli, çok daha anlaşılabilir başka bir nedene daha dayanıyor. Tarihçiler, antropologlar ve popüler gelenek araştırmacılarının tersine, yola çok büyük bir dezavantajla çıkıyorlar. Bugün bile tabi sınıfların kültürü esas olarak sözlüdür (geçmiş yüzyıllarda bu çok daha öyleydi). Tarihçilerin 16. yüzyıl köylüleriyle konuşması mümkün olamayacağına göre (kaldı ki, konuşabilseler bile onları anlayabilecekleri şüphelidir), hemen hemen tümüyle yazılı kaynaklara (bir de mümkünse arkeolojik bulgulara) bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu kaynaklar da iki kat dolaylıdırlar; hem yazılı oldukları için, hem de az çok açık bir biçimde egemen kültüre bağımlı kişiler tarafından yazıldıkları için. Bu da geçmişteki zanaatkârlarla köylülerin düşüncelerinin, inançlarının ve isteklerinin çarpıtıcı görüş açıları ve aracılar vasıtasıyla elimize ulaşması (o da ulaşırsa) anldıbına geliyor. Bu olgu daha başlangıçta böylesi araştırmalar için yeterince cesaret kırıcı.
    Ama, "halk sınıfları tarafından üretilen kültürü" değil de "halk sınıflarına dayatılan kültürü" araştırmayı önerdiğimizde, sorunun terimleri temelden değişiyor. Robert Mandrou'nun on yıldan fazla bir süre önce o güne kadar yalnızca üstünkörü incelenen kaynakları –seyyar satıcılar tarafından kırsal bölgelerde panayırlarda satılan o ucuz, kaba resimli kitapçıkları (almanaklar, şarkı kitapları, yemek tarifleri, mucize öyküleri ya da azizlerin hayat hikâyeleri), yani colportage edebiyatını– temel alarak yapmaya çalıştığı da bu. Karşılaşılan temel temaların dökümü, Mandrou'nun sonuca varmakta aceleci davranmasına neden oldu. Bu edebiyatı "kaçış" edebiyatı olarak niteledi; bu deyimle, söz konusu edebiyatın yüzyıllar boyunca kadercilik ve determinizmle, mucize ve bilinmeyenle beslendiğini, böylece bundan etkilenenlerin kendi toplumsal ve siyasal koşullarının farkına varmalarını engelleyerek belki de bilinçli olarak gerici bir rol oynadığını belirtmek istiyordu.
    Mandrou, almanak ve şarkı kitaplarını, özel olarak kitlelere yönelik bir edebiyat olarak değerlendirmekle kalmadı. Aceleci ve gerekçelendirilmemiş bir geçişle, bu yapıtları başarılı bir kültür aşılama sürecinin araçları, Ancien Régime(2) dönemindeki halk sınıflarının "dünya görüşünün bir yansıması" olarak niteledi; böylece bu halk kitlelerine kültürel olarak tam anlamıyla bir edilgenlik, colportage edebiyatına oransız büyüklükte bir önem atfetti. Baskı adeti çok yüksek olsa ve bu kitapçıklardan her biri büyük ihtimalle yüksek sesle okunarak okuma yazma bilmeyen nüfusun geniş kesimlerine ulaşsa bile, dörtte üçü okuma yazma bilmeyen bir toplumda, bunlara ulaşabilen köylüler hiç kuşkusuz küçük bir azınlıktı. "Halk sınıfları tarafından üretilen kültürü", "kitlelere dayatılan kültürle" eşit saymak ve halk kültürünün özelliklerini Bibliothèque Bleue'deki(3) atasözleri, ahlak kuralları ve hayvan hikâyeleriyle özdeşleştirmek anlamsızdı. Mandrou'nun sözlü kültürün yeniden kurulmasında karşılaşılan güçlükleri aşmak için seçtiği bu kestirme yol, bizi yalnızca başlama noktasına geri zütürüyordu.
    Benzer bir kestirme yol (ama çok daha farklı varsayımlardan hareketle), Geneviève Bollème tarafından dikkat çekici bir saflıkla kullanıldı. Bu araştırmacı, colportage edebiyatında Mandrou gibi başarılı (ihtimal dışı) bir kültür aşılama sürecinin araçlarını değil, dinsel değerlerin sızdığı özgün ve özerk bir halk kültürünün kendiliğinden ifadesini (bu daha da ihtimal dışı) gördü. iddiasına göre, isa'nın insani yönü ve yoksulluğuna dayanan bu halk dininde, doğalla doğaüstü, ölüm korkusuyla hayat mücadelesi, haksızlığa karşı boyun eğişle baskıya karşı isyan, uyumlu bir biçimde iç içe geçmişti. Bu yöntemle, "halk edebiyatı"nın yerine "halka yönelik bir edebiyatı" koyuyor ve böylece, farkına varmadan egemen sınıfların ürettiği bir kültür çemberi içinde kalıyoruz. Bollème, arızi olarak, colportage edebiyatıyla, bu edebiyatın halk sınıfları tarafından okunması arasındaki kopukluktan söz eder. Ama bu değerli fikir bile, tanımlanamayan ve kaybolmuş sözlü geleneğin bir parçası olduğundan elle tutulamayan bir "popüler yaratıcılık" önermesine dayandığı için bir sonuç vermiyor.

    inci sözlük hatası: bu entry 34365 karakter ve çok uzun.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster