1. 151.
    0
    O kış çok soğuk yapmıştı. Soğuktu o kış, korkunç soğuktu. Yollardaki sular, çamurlar donmuştu. Üstünde çıkıp tepinsen bile kırılmıyordu. Lanet olsun, kar filan yağmıyordu. Ankara’nın kuru ayazı kulaklarını kesiyordu kenar çocuklarının. Ellerini donduruyordu. Acı ve soğuktu rüzgar, dört gözle karın yolunu gözlüyordu çocuklar... Kartopu oynamak için filan değil. Kar yağarsa soğuk kırılırdı biliyordular.

    -Abim siz delimisiniz ya, diyordu Ekrem. Bizi millete rezil mi edeceksiniz ? Ya yakalanırsanız ?
    -Hiç mi yakalanmadık bu zamana kadar ?
    -Hırsızlıktan mı yakakalandın, yoook...
    -Tamam ya, sen gelme, yalvaran mı var ?
    -Siz de gitmeyeceksiniz, valla ayıp oluyo ama. Hem istasyondan taa buraya.
    -Ne var sanki ? Her zaman yaptıkları iş. Numunenin oradan Saman pazarına, Hal’in oradan Bentderesine, sonra da daldınmı gecekondulara tamam.
    -Yaa tamam. Kolaydı öyle. Lan, eşşeklerle gündüz gözüne, dıgıdık dıgıdık. Allah akıl fikir versin size. Nerdeeee. Tamam o zaman, Sakalardaki kapı pencere satan yerlere dalalım. Ben de gelirim.
    -Olmaz, tahta değil, kömür lazım bize.
    -Bize bir şey lazım, değil, elektrik ocağı var ya işte...
    -Bize dediysem, bize değil, onlara. Ya çocuklar donuyor valla, görmedin mi ? Sen ne biçim devrimcisin, hiç mi vicdanın yok ?
    -Abicim, bu işin vicdanla micdanla ne alakası var... Hırsızlıktan yakalanırsanız millet ne der bize ya. Tefe koyar çalarlar...

    Kapı tıkladı hafiften. Gidip kapıyı açtı birisi. Eli yüzü, kafası yırtık pırtık şeylerle sarılı, iki ceket üst üste giymiş bir çocuk duruyordu kapıda, “içeri gel” dediler. içeri girdi. Ellerini elektrik ocağına uzattı. Etraftakilere baktı.
    -Annem sordu, gelecek misiniz ?
    Hasan deminden beri sessizce köşede oturan Elif’e baktı.
    -Ben varım, dedi Elif.
    -Ya arkadaşlar, aramızda para toplayıp, denkleştirelim, diyecek oldu itirazcı.
    -Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş. Daha gazete paralarını denkleştiremedik.

    Çıkarlarken, evde kalan arkadaşına döndü Hasan. “Yakalanırsak, özel işimiz. Kimseyi bağlamaz.” dedi. Öteki “Devrimci sorumluluklarınızı hatırlatırım,” filan dediyse de dinlemediler. Küçük çocuğun elinden tutup ayaza daldılar. Sabahın körüydü daha. Şennur’u gördüler az ilerde. Gülümsediler.

    -Öteki eşeği nereden buldun ?
    -Ödünç aldım.
    -Tamam, gidelim.
    .
    Şennur Elif’in elinden tuttu. Hasan ufaklığı eşeğin sırtına attı.

    “Bak, şimdi bu işte önemli olan iyi şaşırtmaca verebilmektir” diye söze başladı Şennur. Biz radyo evinin oradan dalacağız.” Elif ile oğlunu kasdederek ;“siz ikiniz, öteki taraftan vagonları bir iki taşlarsınız, gürültü çıkarırsınız. Bekçi oraya çekersiniz. O geri gelene kadar biz çuvalları doldurur, hava kurumunun oradan Numuneye çıkarız. Siz de bize yetişirsiniz artık. Mıstık yakalanmasaydı vallaha size sormazdık. Tek başına da olmuyor. Çocuklar donacak soğuktan.”

    -Tamam Şennur abla hallederiz. Ama bak hiç kimseye bizim geldiğimizi söylemeyeceksin.

    -Dilimi kesseler söylemem. Bu gece beblerin üçünü de kucağıma aldım. Ne bulduysam üstümüze örttüm. Sabaha kadar tiril tiril titredik. Bu ayı da bi atlatsaydık.

    O ayı da atlattılar. Öteki ayları da. Şükür donup ölen olmadı. Gün geldi yaza dayandı. Ortalık sıcağa ve toza bulandı. Soğuklar ve soğukların getirip zütürdükleri sevinçle unutuldu. Hasan Subayevleri’ndeki dernekten Dışkapı’ya iniyordu, toza toprağa bulanıyordu. Diyalektik semineri vermişti liselilere. Konu 3. maddeye, Nicel Birikim –Nitel Değişim’e gelince tartışma alevlenmişti. Çünkü nicel birikim-nitel değişim maddesi Evrim-Devrim konusu ile iç içeydi. Ve çoğunlukla da “diyalektik materyalizm” diye başlayan seminerler, önce öncü savaşı, halk savaşı konusuna kayıyor, oradan da ulusal sorunda alıyordu soluğu. Ama bu sefer iyi hazırlanmış, konuyu felsefe çerçevesinde tutabilmişti az da olsa. Öteki siyasetlerden gelenler, yine aynı itirazları tekrarlayıp durmuşlardı. Ama önemli olan onları değil, kitleyi muhattap almak, kitleye konuşmak, kitleyi ikna etmekti. Orada oturanlarla tek tek, göz ve söz teması kurmak, öyle konuşmaktı. Propaganda çalışmasıydı bu, ajitasyon değil. Havaya konuşmak, karşında oturanların omuzlarının üzerinden, onların bilmediği bir yerlere bakmak olmazdı...

    Yanında yürüyen Sevim’e baktı. Otobüse binecek paraları vardı, ama beklemek istemiyordu ikisi de. Sevim, sevimli bir kızdı. Bembeyaz tenli, narin. incecik, ama çıt kırıldım değil. Onun özellikle elleri garibine gidiyordu Hasan’ın. ince, cılız, beyaz, pamuk gibi parmakları vardı. Belli, kalemden başka bir şey bilmemişlerdi. Kömür taşımamışlar, çamaşır, bulaşık yıkamamışlar, yerleri süpürmemişlerdi... incecikti bu kız. Ona baktıkça hep, gerilmiş çelik bir tel geliyordu aklına, nedense. Sesi de gülüşü de çok yumuşaktı oysa. Neden devrimci olmuştu. Yolu neden onlara düşmüştü acaba ?

    “Yoruldun mu ?”
    “Yooo, biraz sıcak o kadar.”
    “Dolmuşa filan binseydik keşke.”
    “Az kaldı zaten.”

    Göz göze geldiler. Bal rengiydi kızın gözleri. Ama ara sıra, derin, ağır, ağrılı bir boşluk gibi bakıyordu sanki. Bir şeyleri saklar gizler bir hali yoktu da... Doğrudan ve sorgusuz bakıyordu insanın yüzüne ama... Bir şey ima etmiyor, ya da beklemiyordu ama... Hasan anlamıyordu bu bakışlarda var olanı. Bu bakışlarda bir giz yoktu. Var olanı ise Hasan anlamıyordu. Belki bundan olsa gerek, biraz itici geliyordu bu kız ona...

    “Biliyor musun, aslında sıcağı çok severim ben.”
    “Sıcağı kim sevmez ki ?”
    “Ama böyle bir sıcak değil. Kışın, dışarda kar yağacak. Buz gibi soğuk olacak. Ben yatakta ya da pencere kenarında olacağım. Kitap okuyacağım. Anna Karenina mesala. Sahi sen Tolstoy’u okudun mu ?”
    “Gorki’yi okudum. Ana, Ekmeğimi kazanırken... Ostrovski, Ve Çeliğe Su verildi. Sonra Direnme savaşı... ”
    “Ben sana Tolstoy’u okudun mu diye sordum. Okudun mu ?”

    Bilmediği bir şeyler vardı yine. Dalga mı geçiyor, diye düşündü. Tolstoy muş. Burjuva edebiyatı, diyecekti. Diyemedi. Lenin geldi aklına. Bir yerlerden duymuştu. Sosyalistler burjuva kültürünü iyi özümsemeden, sosyalist kültür inşa edilemez demiş; o öyle duymuştu. Her neyse, bu kızın sözleri ve gözleri ara sıra rahatsız ediyordu onu.

    “Okumadım da, bunun sıcakla soğukla ne alakası var, şimdi ?”
    “içini ısıtıyor insanın”

    Tekrar göz göze geldiler. Bu sefer Elif’in gözleri de geldi Hasan’ın aklına. Kıyasladı. Elif’in gözlerini iyi bilirdi o. Bu gözlerdeki, sevinci, kızgınlığı, öfkeyi, küfürü, saldırganlığı... Elif’in gözleri sözlerini, sözleri eylemlerini çağrıştırırdı. Sevinçli, dobra dobra, doğrudan, öfkeli, saldırgan sözleri. Bazen çok kırıcı ve kabalaşan, yaralayan sözleri... Kısa ve kesin, başka anlama çekilmeyecek sözleri. Ben bu işte yokum ya da ben varım ,derdi. Hangi işe varım, demişse, sonuna kadar giderdi. Şennur ablanın işinde de öyle yapmıştı. Sonuna kadar dinlemiş, hiç ses etmemiş. Sonunda arkadaşları tarafından tecrit edilmeyi bile göze alıp, ben varım, demişti. O gün, gerçekten yakalansaydılar ne olurdu ki ? Açlığa neyse ya, soğuğa dayanamadık. Bir tabut çalıp yakacağız, allah affetsin, diye özeleştiri verirlerdi artık, aşık ihsani’den alıntılar yaparak.

    “Kimilerinin içi üşür, kimilerinin dışı. Bizim içimiz üşümüyor ki, Tolstoy’u okuyalım. Dışımız, ellerimiz, ayaklarımız, kulaklarımız üşüyor. Gıgıliğimiz donuyor soğukta.”

    “Gıgılik ne demek ?” diye sordu Sevim. Sorusu cevap bulmak için değil, iç üşümelerine dair Hasan’ın söylemiş olduğu bu kaba, bu acı sözleri geçiştirmek içindi.

    “Kıçından düşen tak parçası demek. Kışta kıyamette, dışarıdaki helaya gittiğinde sıçmaya. takun kıçından , tuvalet kuburuna düşerken, yarı yolda donar, soğuktan.”

    Neden kızıyordu bu kıza acaba ? Aslında böyle sözleri kullanmayalı çok oluyordu. Derdini daha uygun sözcüklerle de anlatabilirdi. Ne oluyordu ona ? Bu kızın ne günahı vardı şimdi ? Kışın hava buz gibi olacakmış ta, hanımefendi oturup odasında sıcacık, kitap okuyacak mış. Oh, gel keyfim gel. Biz de eşeklerle kömür çalma seferlerine çıkacağız. Dıgıdık dıgıdık dıgıdık. Samanpazarında bekçilerle al takke ver külah... Ucuz kurtulmuşlardı neyse ki...

    “Evet, sizin içiniz üşümüyor. Ne diye, özellikle sizin bölgeye geldim sanıyorsun ? Keşke benim de yalnızca ellerim, ayaklarım, kulaklarım üşüseydi de... ”
    “Hasta filan mısın, yoksa ?”
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster