+31
-17
yaşlı ve zengin bir adamın hepsi birbirinden zeki 3 tane oğlu varmış. bir gün amansız bir hastalık yüzünden yatağa düşen yaşlı adam vasiyetini açıklamak için oğullarını yanına çağırmış:
- oğullarım; benim vaktim doldu artık, ecel kapıda. hepiniz çok zekisiniz; ama yine de mallarımı bölüşürken birbirinize düşmemeniz için kadıya gitmenizi istiyorum. kadıya benim selamımı söyleyin, o gerisini halledecektir.
ve adam ölür. oğullar, babalarının isteği üzerine kadıya gitmek için yola düşerler; çalı-çırpı, yağmur-çamur, göl-nehir dinlemeden yollarına devam ederler.
derken önlerine bir adam çıkar ve bizim 3 biradere sorar:
- efendiler, ben devemi kaybettim bu civarlarda. üç kişisiniz, biriniz görmüştür kesin; ha?
büyük kardeş sorar:
- devenin tek gözü kör müydü?
- evet.
ortanca kardeş sorar:
- kuyruğu kegib miydi?
- evet.
küçük kardeş sorar:
- peki, bir ayağı topal mıydı?
adam ona da "evet" der.
bu sorulardan sonra 3 birader devesini kaybeden adama "biz senin deveni görmedik" derler. adamın haliyle tepesi atar:
- neredeyse hayvanın kaç tane tüyü var, onu da söyleyecektiniz; kalkmış görmedik diyorsunuz. yediniz mi deveyi, ne yaptınız bilmem; ama sizi şikayet etmek için kadının yanına ben de geleceğim.
biraderler "olur, gel" derler.
uzun süren bir yolculuğun sonunda kadının yanına varırlar, huzuruna çıkarlar. 3 birader der ki:
- efendim, bizim babamız vefat etmeden evvel mirası bölüşmemiz için size gelmemizi söylemişti. biz de bu vesileyle geldik.
kadı efendi, devesini kaybeden adama döner:
- peki sen niye geldin be adam?
- efendim, ben devemi kaybettim. onu ararken yolda bunları gördüm. devemi görüp görmediklerini sordum; büyükçeleri hayvanımın tek gözünün kör olduğunu, ortancaları kuyruğunun kegib olduğunu, ufakları ayağının topal olduğunu bildi; ama nasılsa hayvanın nerede olduğunu sorunca da "yok, biz görmedik" dediler. ya kesip yediler; ya sattılar devemi ona doyamadan. şikayetçiyim hepsinden.
kadı, biraderlere döner ve sorar:
- sen, söyle bakalım nasıl bildin tek gözünün kör olduğunu devenin?
- efendim, yolda gelirken yeşillik yerden geçtik. baktım ki yeşilliklerin hep bir tarafından yenilmiş, diğer tarafına dokunulmamış bile. anladım ki bunu yiyen hayvanın tek gözü kördür.
- pekiii, sen nereden bildin kuyruğunun kegib olduğunu?
- efendim, yolda ilerlerken deve pisliği gördüm. pisliklerin hepsi pelte gibi yayılmıştı. kuyruğu olsaydı eğer, derli-toplu olurdu.
- söyle bakalım, ya sen nereden bildin bir ayağının topal olduğunu?
- efendim, gelirken gölden geçtik. yerde bir devenin ayak izleri vardı. üç ayağının izi tam, bir ayağının izi yarım çıkmıştı. anladım ki bu devenin bir ayağı topaldır.
kadı, devesini kaybeden adama döner:
- kardeş, bunlar senin deveni görmemişler işte.
kadı o adamı gönderir ve düşünür kendi kendine.
- ulan, bunların alayı benden zeki. ben bunlara nasıl miras bölüştüreceğim? neyse, ben bunlara kralından bir ziyafet çekeyim; onlar tıkınırken de kapı arkasından dinleyeyim. bakalım neler konuşuyorlar.
hanımına haber eder, zekeriya sofrasını hazırlattırır ve ertesi gün bizim biraderleri evine davet eder. kısa bir sohbetten sonra kadı:
- siz yemeğinizi yiyedurun, ben ufak bir işimi halledip katılacağım size, der ve kapının
arkasına geçer.
büyük kardeş der ki:
- ya, kuzu çok iyiymiş de, keşke köpeğe emzirtmeselermiş.
kadı şaşırır.
ortanca kardeş der ki:
- ya, şarap iyiymiş de, keşke asmaları mezar toprağında yetiştirmeselermiş.
kadı iyice şaşırır.
küçük kardeş de der ki:
- ya, kadı da iyiymiş de, keşke muallak olmasaydı.
kadı bu lafları duyar duymaz, gelenlerin zekasından yola çıkarak söylediklerinin gerçek olduğuna güvenir; ama emin olmak için derhal araştırmaya gider.
kasabın yanına varır, sorar:
- bu kuzu ne emdi?
- kuzunun annesi öldüydü, ben de kapının önünde yatan köpeğe emzirttim.
daha sonra bağcıya gider:
- senin bağın toprağı nereden gelmişti?
- valla hocam, bizim burada en güzel toprak mezarlıkta var, ben de mezar toprağı getirtmiştim.
kadı, "ulan, bunlar ikisini de bildi; demek üçüncü de doğru" diye hayıflanarak annesinin yamacına varır:
- anne, ben muallak miyim?
anne gözyaşları içerisinde oğluna sarılır:
- kısmet bugüneymiş demek oğul. bunca sene saklamıştım; ama artık öğrenmenin vakti gelmiş demek. sen hatırlamazsın; daha 5 yaşında sübyanken ormanda kaybolmuştun. çırılçıplak ağlarken bulduk seni ormanda. dedin ki, sakallı bir adam "gel, sana şeker vereceğim küçüğüm" diyerek seni yanına çağırmış, ellerini kalçalarına zütürmüş, pantolonunda daha önce hiç görmediğin bir kabarıklık peyda olmuş. derken...
kadı hikayenin sonunu dinlemeye dayanamaz, şaşkınlıklar ve hüzün içerisinde bizim 3 biraderin yanına geri döner:
- itiraf ediyorum, siz yemek yerken ben de kapı arkasına geçmiş sizleri dinliyordum. duyduklarımın hakikatliğini tespit etmek maksadıyla kasaba, bağcıya ve anama gittim, geri geldim. şimdi soruyorum; sen, kuzuyu köpeğin emzirdiğini nasıl bildin be adam?
- nereden olacak. bak, kuzunun budunun bu kenarında yağ olmaz. ama köpeği emdiği için burası yağlanmış.
- ya sen, bağcının bağa mezar toprağı getirttiğini nasıl anladın?
- nasıl olacak. içiyorum, içiyorum; zevk-ü sefaya ermek yerine kederlere gark oluyorum.
- sen söyle bakalım bre deyyus, bre dürzü; sen benim muallak olduğumu nasıl anladın?
- nereden olacak kadı efendi, muallak olmasan girişe fener bayrağı asar mıydın hiç?
Tümünü Göster