1. 1.
    +1
    europe 2020 isimli kuruluşun stratejik araştırmalar müdürü frank bianherci 2002 yılında türkiye ile ab ilişkileri hakkında güzel bir makale yazmış. özellikle "devletin şeffallaşması, ordunun üzerindeki sivil denetimin artması, sosyal hayattaki çeşitli kurumlara çeşitli standartlar getirmesi" gibi türkiye'nin demokratikleşmesi yolundaki gelişmelerin türklerin sorumluluğunda olduğundan bahsetmesi dikkate değer. bu tür demokratikleşme yolundaki adımların, avrupalılar tarafından bize dikte edilmesindense, bunu bizim kendi başımıza yapmamız gerektiğinden dem vuruyor.

    "
    son on yılda türkiye'de ab-türkiye ilişkileri üzerine bir çok konferans düzenledim. bunların içinde geçen mayıs ayında "türkiye 2020" başlığı altında düzenlenen ve öğrenci, gazeteci ve öğretim üyelerinin de katıldığı iki seminer de yer alıyor. en başından beri, türkiye ve ab'nin 40 senedir kıstırılıp kaldığı "yalan politikası" na dahil olmayı reddettim. aksine "20 yıl içinde türkiye nasıl olabilir?" sorusuna "ab üyesi" olmanın tek cevap olmadığı açık tartışmalara fırsat verilmesine çalıştım. içinden çıkılması güç konularda, dostluk ve güvenin açık yürekli tartışmalarla temelleneceğini düşünüyorum.

    "yalan söylemeye devam etmek: türkiye için en kötü senaryo"

    bugün, türkiye'nin ab'ye katılım müzakerelerinin kesin olmayan ileri bir tarihte başlamasını öngören kopenhag zirvesinin ardından, valery giscard d'estaing'in cesaretli tavır alışı sayesinde bu konuyla ilgili bir kamuoyu tartışması oluşmaya başladı ve yapmamız gereken bu tartışmanın açık ve samimi sesini dinlemektir. bu noktada, türkiye'de bu konuda gerçekleşen bir dizi tartışmadan yaptığım çıkarımları paylaşmak isterim:

    yalan söylemeye devam etmek ve türk halkını, ülkesinin gelecek 20 sene içerisinde ab üyesi olacağına inandırmak türkiye demokrasisi için en kötü senaryodur; aynı şekilde türkiye-ab ilişkileri için de. türk kimliği ve politikasının tarihsel üç niteliği türkiye'yi kötü istikamete sürükleyen bu anlamsız durumu anlamaya yardımcı olabilir.

    "bir köprü hiçbir kıyıya ait değildir."

    türkiye, değişik bölge ve medeniyetler arasında bir köprü konumundadır ve her zaman öyle olmuştur: orta doğu, orta asya, balkanlar, avrupa, akdeniz, karadeniz, rusya, arap ve müslüman dünyaları... büyüklüğü, gücü ve genç nüfusunun dinamikliği, kısacası bu ülkenin tüm özellikleri ondan bu kavşak noktasından azami düzeyde faydalanma olanağına sahip mükemmel bir köprü yaratıyor.

    dolayısıyla, neden bir türk vatandaşı veya demokratik liderler tüm bunları kaybetmek istesin? ilk eylemi, türkiye ve komşuları arasına onu tarihsel, kültürel ve politik geçmişinden koparacak çelikten bir duvar örmek olacak bir grup ülkenin istenmeyen üyesi olmak için mi? türkiye, ab için çıkarlarından vazgeçeceği gibi, artık yalnızca "tek bir kıyıya ait olan bir köprü" konumuna gelecektir.

    "türk halkı ve aydınları ab seçeneğini hiçbir zaman özgürce tartışamadılar."

    atatürk yıllardır türkiye'nin geleceğinin tartışılmasını önlemek için kullanıldı. sanki atatürk, ülkesinin ab üyelerinin sonuncusu olmasını düşlemiş gibi! eğer ülkesinin başkentini istanbul'dan ve avrupa kıyılarından ankara'ya, anadolu'nun ortasına çektiyse, bu, ülkesini kendisine ait olan toprağa, ulaşmak istediği hedefin kaynağına yaklaştırmak istediğindendir. başka bir imparatorluğun kenar mahallesi, başkalarının hava üssü veya başkalarının ürünlerinin pazarı olması için değil.

    "türkiye'nin demokratikleşmesi öncelikle türklerin işidir."

    türkiye'nin demokratikleşmesi veya kültürel kimliğiyle ilgili iç sorunlarını çözecek olan, türk halkının kendisinden başkası değildir. istanbul'un batıcı aydınları (onlar esasında avrupalı türdeşlerinin tıpatıp aynısıdırlar.) türkiye'nin ab üyeliğinin şu iki noktayı beraberinde getireceğini umuyorlar:

    · çağdaş bir türk'ün ne demek olduğunu bilmedikleri için ancak "avrupalı" sözcüğüyle tanımlayabildikleri bir kimlik.

    · ülkelerinin bugün olmadığı bir demokrasiye dönüştürülmesi ve bu işi başkalarının yapması. (bugün seçmelerin yüzde kırk beşinin mecliste temsil edilmediğini ve seçilen partinin başkanının başbakan olma hakkı olmadığını hatırlayalım!)

    "avrupa birliği lütfen bana yalan söyle!"

    bu iki beklenti, açıkça saf yanılsamalardır. halklar, sonuçta ağır bir tarihsel bedel ödemeden kendi sorumluluklarından kaçamazlar. bugünün türk aydınları (politikacılar, entelektüel kesim, öğretim üyeleri... ) tutuculuklarından veya devletten ve onun askeri kanadından korktukları için ülkelerinin geleceğini düşünmekten acizdirler. bir keresinde bir gazeteci bana korkunç bir şey söylemişti: "lütfen, siz avrupa birliği bize yalan söylemeye devam edin, bize doğruyu söylemediğinizi biliyoruz ama bu tutunmamıza yardım ediyor." neye tutunmanıza? bu soruya cevap yok. ya da, her yönden yalanlara yaslanan bir sistemi devlet düzeni içerisinde devamlı kılmaya: "biz demokrasiyi yaşıyoruz, aydınlarımız halkı temsil ediyor, yakında ab'ye gireceğiz, biz laik bir ülkeyiz!"

    ne mutlu ki, yeni yetişen nesilde ab üyesi olmakla ilgili bu "zorunlu gelecek" hakkında soru soran sesler yükselmeye başlıyor. ancak türk toplumunda gelecek hakkında ciddi bir tartışma ortdıbının var olabilmesi için henüz yıllar gerekiyor.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster